26 Aralık 2011 Pazartesi

Mutluluğun formülü


Ünlü İngiliz model Kelly Brook Londra'da 2013 yılına kadar 1.000.000 kişinin düzenli bisiklet kullanmasını  amaçlayan Skyride projesi için bu fotoğrafı veriyordu.

ben ise Mutluluğun formülünü, kaybetmemek üzere kaydedin defterinize




Her pedal bir düşünce
Her pedal bir çözüm

Her pedal bir kitap cümlesi
Her pedal bir Cemal Süreya şiiri

Her pedal bir hesaplaşma
Her pedal bir kabullenme

Her pedal bir elveda
Her pedal bir merhaba

Her pedal bir doğru
Her pedal bir başarı

Her pedal bir köpek yavrusu
Her pedal bir kedi yumağı

Her pedal bir ritim 
Her pedal bir nota

Her pedal bir affediş
Her pedal bir merhamet 

Her pedal bir merak
Her pedal bir öğrenim

Her pedal bir arayış
Her pedal bir keşif

Her pedal bir macera
Her pedal bir gizem 

Her pedal bir özlem
Her pedal bir kavuşma

Her pedal bir baba şefkati 
Her pedal bir sıcak anne kucağı

Her pedal bir çiçek
Her pedal bir renk

Her pedal bir hayat
Her pedal bir aşk

düşmemek için sadece, çevirin pedalları...

20 Aralık 2011 Salı

Can besliyoruz


Nisan ayı'nın yağmurlu bir sabahı, işe henüz gelmiş, soğuk odamda içimi ısıtacak sıcak bir kahve yapmak için standard prosedurleri sırasıyla yerine getiriyorum. Gözlerim çalışma masamın hemen arkasında boydan boya konuşlu geniş camdan dışarı taşınıyor. Bana her zaman mutluluk veren, katman katman zirveye uzanmak isteyen bulutların bugün pek keyfi yok, sanki bir yas tutuyorlarmış gibi o pamuk pak yüzleri griye dönmüş, düz bir hatta geniş gökyüzünü kaplamış ve gözyaşlarını biz canlıların üstüne yağdırıyorlar, kimi zaman coşkulu kimi zaman nazlı. Hava karanlık ve puslu, tanrılar tanrısı Zeus ise şimşeklerini saklıyor demek ki pek kızgın değil bu sabah. Bu sessizlik bana içinden birşey getirecek belli...

- İmran, çöpün yanında yavru bi köpek var, titriyor
- Yalnız mı? kardeşleri yok mu?
- Yok galiba, çevreye baktım ama başka yavru göremedim. 
- Ama onlar yalnız gezmez ki, mutlaka kardeşleri vardır, şimdi müdahale etmeyelim kardeşlerinden ayırırız.

 Aynı odayı paylaştığım iş arkadaşım Kamil abim o sabah bana bu haberi veriyordu.

Aslında hemen yanına gitmek, durumunu görmek istiyordum ancak bir yandan da yanlış bir iş yapacağımı düşünüyor hassas davranıyordum neticede yavrunun kaderi belki de istemediği bir şekilde değişecekti ve bunun benim ellerimde şeklillenmesini istemiyordum. 

Derken... telefonum çaldı, arayan benim gibi köpeklere düşkün arkadaşım Tuğba idi.

- İmran çöpün yanında bir köpek buldum, kutuya koyup, ziyaretçi salonuna getirdim
- Hemen geliyorum

ve arkadaşımla aşağıya indiğimizde işte yukarıdaki fotoğraf ile karşılaştım.

Çaresiz, korkmuş gözler, üşümüş, gözleri yaşlı, burnu akmış, derisini çekip bıraktığımda hemen yerine gelmemesinden vücudunda hiç su kalmadığını anlıyorum, çok hasta olduğu belli  tamamen ilgiye muhtaç. Uzattığımız su ve süte biraz ilgi gösterse de acilen müdahaleye ihtiyacı var. Bir araç ayarlayıp veterinere götürüyorum, hemen bir serum hazırlanıyor ve hasta olduğu ilgiyle bakılması gerektiği söyleniyor.

- Yarın tekrar serum için gelecek, getirebilir misiniz?
- Tabi tabi ne zaman gerekliyse

dönüşümüzde yine kurumumuzun sıcak ziyaretçi salonunda yerini alıyor ve geceyi odada geçiriyor. Ertesi sabah merakla yanına gittiğimde daha iyi olduğunu görüyorum kutudan çıkıp biraz gezecek enerji bulmuş, suyunu içmiş. Hemen araca atlıyor, sözleştiğimiz randevumuza sadık kalıyoruz ve şimdi biraz serumla kendimizi çok daha iyi hissediyoruz.

Sonrası yoğun bir bakımla hayata kesin dönüş.

İşte böyle tanıştık Nisan'la, tanıştığımız ayın adını aldı. Adını kurum köpeği Nisan olarak da tescil ettirdi. Sağlıkla ilgili tüm bakımları yapıldı, duyarlı arkadaşlarımızın da desteğiyle mamaları alındı, en iyi ekipmanlı bir klinikte kısırlaştırıldı. Arada sırada başına kazalar geldi ise de yanında hep bizleri buldu, acıları en kısa sürede hafifletildi. Kaderi korktuğumun aksine olumlu yönde şekillendi.

Koruyucumuz, olumlu karakteri ile de herkese kendini kabul ettirdi, hafta sonu gelen Irak ve Rus heyetlerine havladığı görülmüşse de kimseye yanlışı olmaz, oldukça sevecen ve alakadar. Sabah gelen servisleri bir bir takip edip inenleri koklar aradığını bulabilmek ümidiyle, aradığı ise ben olurum, hemen üstüme atlar bir güzel oynarız, öğlen bir yere gittiğimi görsün, yattığı yerden  gözünü açıp peşime takılır eşlik eder, kapıda yatıp çıkmamı bekler, sonunda beraber tekrar döneriz işimize.

Nisan şimdi sağlıkla bahçemizde koşuyor ve özgürce dolaşıyor hatta kendine yeni bir arkadaş edindi ki keyiflerine diyecek yok, beraber hiç ayrılmıyorlar, beyaz şirin bir erkek köpek oldukça güzel.


Küçüklüğümden bugüne kadar oldukça köpeğim ve kedim oldu hepsine de aynı duygularla yaklaştım ancak şimdi penceremden bu iki iyi arkadaşın keyiflice koşup oynadıklarını izlerken, ilgiyle uzanan ellerin nasıl fark yarattığına şahit oluyor, harekete geçip geçmemek arasındaki dengenin neler doğurabileceğini çok daha ciddiyetle anlıyorum. 

Nisan ve Eylül can bulduğumuz bu hayatta, hayatta tuttuğumuz iki can,

Kimileri için bakıp geçilecek bir görüntü iken duyarlı kişiliklerin, gerçek insanların ilgisiyle hayat bulan iki can,

Kendimiz için döndüğünü sandığımız bu dünyada farkedebilenler için iki farklı yaşam,

Sevgiyle uzatılan elleri asla geri çevirmeyecek olanlar şu an bahçemizde özgürce mutlular,

Onlar için uzanan ellere ve çarpan yüreklere sonsuz teşekkürler.

Kamil, İrfan, Tuğba, Özlem, Eda, Deniz, Umur, Safa, Elvan, Cüneyt, Can, Derya, Ahmet, Erhan, Gökçe, Ersin ve ilgisini sevgisini eksik etmeyen nice dostlarım hepinize sonsuz teşekkürler.    

Eğer sizinde yolunuz bir gün Nisan ile karşılaşır ise sevginizi göstermeyi ihmal etmeyiniz, güzel sözlerinizi ve sevginizi kabul etmekten oldukça memnun kalacaktır.

Evimizin neşe kaynağı, oyuncu mu oyuncu, yaramaz mı yaramaz, karşısında bizleri kul tebaa yapan, sohbetlerimize sıkça katılıp kendi düşüncelerini aktaran, beni adım adım takip eden, kapılarda bekleyen, ismimi söyleyerek çağıran, tabirimle tam bir canlı oyuncak olan, kendini beğenmiş, tertemiz başka bir canımız daha var ama o da başka bir yazının konusu.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Curiosity


Adı Soyadı : Curiosity MARSCILAB
Doğrum Tarihi : 26.11.2011
Doğum Yeri : Pasedena / California
Eğitim : Mars Science Labaratory
Branşı : Plenatary Science
Hızı : 12.000 km/h
Değeri : 2.5 milyar $
Hobileri : Mars'ta dilediği gibi gezerek; Kayaları delmek, analiz etmek, İklim ve jeolojik özellikleri araştırmak,Olası hayat izlerini belirlemek,Mars atmosferini izlemek, insanlı görev için değerlendirmeler yapmak.

NASA Mars Science Labaratory, Boeing ve Lockheed Martin ortaklığı ile bugüne kadar ürettiği en iyi ve kapsamlı rover'ını 26 Kasım günü Cape Canaveral üssünden fırlattı ve yeni bir macera başladı.

Oldukça meraklı olan Curiosity 8.5 ayda toplam 567 milyon kilometre uçarak 6 Ağustos tarihinde Mars'a inişini planlıyor. Bu satırları yazdığım sıralarda araç dünyamızdan 18 milyon km uzaklaştı bile.

Merak; aslında sahip olduğumuz en büyük zenginliğimiz desem, ne dersiniz?

Merak olmadan sıfırız, hiçbirşeyiz, noktayız, tozuz, bardağın boş tarafıyız.

Eğitiminiz süresince sadece size verilen ile yetindiğinizi, başka hiçbir bilgiyi kabul etmediğinizi ya da istesenizde sınırlarınızdan çıkmanıza izin verilmediğini düşünsenize...

Sadece düşünün... Neler olurdu?

Merak etmediğimiz için düşünemedik
Merak etmediğimiz için öğrenemedik
Merak etmediğimiz için okuyamadık
Merak etmediğimiz için ilerleyemedik
Merak etmediğimiz için göremedik
Merak etmediğimiz için cahil kaldık.

NASA yeni aracına CURIOSITY adını verdi ve o bizden 18 milyon km uzakta

Bu çılgın dünyada onu yaratanların dünyası çok geniş,

Kendi küçük dünyamızda hala geminin bacalarını görürken 18 milyon km'yi bulan "MERAK" ı yakalamamız çok zor.   

TUBITAK bitme noktasında, TUBA dağıldı. Bilim yok, ulemalar çok.

Merak edin,
Sorun,
İnceleyin,
Öğrenin
Bilinmeyeni bilin
Merakınızı hiç kaybetmeyin

Bilmekliğin uyanık ışığı sönüp, bilmezliğin uykulu karanlığı yeryüzünü sarmasın.

 
Tears for Fears söylüyor,

Mad world...Enlargen your world
              

  


1 Aralık 2011 Perşembe

A la princesa


Serenisima y muy alta y muy poderosa señora
Su mejestad la Princesa de España
Castilla y Leon

De la manera mas atenta me dirijo a ud. para expresar mi enorme admirativo a ud. y agradecimiento por el valioso apoyo al serie de "El Siglo Magnifico" Lo cierto es que con su presencia y gracias a su papel la seria ha sido muy coloroso y emocianado. No solo el Sultan So-liy-man tambien yo y miles hombres de Turcos le siguen siguiendo curiosamente, es que, para decir la verdad estamos muy harto de Hürrem y sus conspiraciones.

Le entendemos bien, por su parte, le cuesta mucho quedar muy lejos de su pais y ademas estar en desconocido tierra es muy aburrido. Usted deberia haber anhelado sus familias y los dias que han pasado convivir en su pais Espana. Pero no le preocupe, estamos listos para hacer todo lo que le necesita, mejor dicho durante su presencia en nuestro tierra su comodiad y sus deseos son muy importante para nosotros, por lo que estamos aqui. Por supuesto queremos verle mas en nuestros pantallas.       

Vuestra alteza,

Le ruego que no intente a escapar de Estambul. La semana que pasada ud. ha querido embarcar hacia a Espana y afortunadamente İbrahim Baja estaba alli, no le ha dado permisio asi como ud. ha vuelto a palacio. Querio acordar a ud. Hürrem Sultan es muy peligrosa, no es la adecuada persona para ud. por favor no cree todo lo que oye sobre su estado y nunca confie en Hürrem. Es muy claro que ud. inteligente y educado mas que Hürrem.

Muy poderosa señora,

En los primeros dias de su captiva le habia dicho que los Ottomanos son barbaros. Pero ud. va a ver nosotros no somos como los barbaros. A traves de su presencia Ud. va a conocer y entendernos mas bien, no olvide que Sultan Süleyman y nosotros le queremos.

Estaria agradecido si ud. podria aceptar mi servicio, ud. puede llamarme cuando quieria. Podemos montar a caballo y pasear los jardines grandes del palacio.

De manera que sea servicio y haya placer

Le saludo muy cordialmente

Deo gratia.

30 Kasım 2011 Çarşamba

En iyi 10 Gitarist


Rolling Stone son sayısında dünyanın en iyi 10 gitaristini seçmiş.
  1. Jimi Hendrix
  2. Eric Clapton
  3. Jimmy Page
  4. Keith Richards
  5. Jeff Beck
  6. B.B. King
  7. Chuck Berry
  8. Eddie Van Halen
  9. Due Allman
  10. Pete Townshend
  bu listeyi pek sevmedim biraz değiştireyim  Bana göre ise;
  1. Jimi Hendrix
  2. Eric Clapton
  3. Jimmy Page
  4. Steve Ray Vaughan
  5. Ritchie Blackmore
  6. Chuck Berry
  7. Eddie Van Halen
  8. Mark Knopfler
  9. Robert Cray
  10. İmran Yüce
ustaların yanında pek adil olmadı ama olsun, Oh be ilk on'a girmeyi başarabildim.


Tahrir'den sandığa


Büyük kavgalardan sonra Mısır'da seçimler başladı. Mısır'ın güzel modern kızları boyalı parmaklarını gülümseyen yüzleriyle ifade ediyorlar. Her ne kadar çağdaş bir görünüm arz etse de bugün kadınların ayrı sandıklarda oy kullanmaları şart.

Evet Mısır'da seçimler başladı ama ne seçim, Mart'ın sonuna kadar devam edecek hatta Devlet Başkanı'nın seçimiyle birlikte önümüzdeki yıl Haziran'da son bulacak bir seçim.

50 parti'den 6000 aday 498 sandelye için yarışacak, ilk önce Halk Meclisi için seçim yapılacak daha sonra ise senato niteliğindeki Şura Meclisi için sandığa gidilecek. Seçimlerin sonunda ise Mısır'ı hayli düşündürecek  bir Anayasa hazırlığı ve devamında ise Devlet Başkanlığı seçimi bekliyor. 

Hiçbir iktidar deneyimi olmayan Müslüman Kardeşler'in grubu Hürriyet ve Adalet Partisi %30 - 40 ile seçimin mutlak galibi olarak gösteriliyor.  

Seçtiği simge olan terazi'nin kefelerini nasıl dengeleyeceğini ve sonuçları çok merak ediyor, Mısır'ı yakından takip ediyorum.

Bakalım Mısır tekrar ne zaman patlayacak?

Kennedy'i kim öldürdü...bilmek ister misiniz?


22 Kasım 1963 Dallas'ta güneşli bir Cuma sabahı, yerini öğle saatlerinin ilk sıcak ışıklarına bırakırken Birleşik Devletlerin 35.Başkanı John Fitzgerald Kennedy eşi Jacqueline Onassis, Dallas valisi John Collony ve eşi Nellie ile birlikte 1961 model, üstü açık, koyu mavi Lincoln başkanlık limuzini'nin arka koltuğunda neşeli ve rahat bir şekilde halkı selamlıyordu.

Çevresi motorsikletli polisler ve ajanlarla çevrili 350 beygirlik Lincoln Continental hızını neredeyse yürüyüş hızına düşererek Houston caddesi'nden sola Elm sokağına doğru rahat bir dönüş yaptı. Biraz önce konvoyun önünden geçtiği, olağanüstü bir olaya ev sahipliği yapacak olan Texas Kitaplık Deposu'nun 6. katında karanlık bir kişi muhtemelen Lee Harvey Oswald çalışanı olduğu binada 4 x 18 dürbün ile desteklediği İtalyan yapımı  6.5 x 52 mm'lik Carcano tüfeğine mermilerini sürmüş ve uygun temiz bir açıyı beklerken, Elm sokağında başkanın limuzininden birkaç metre ileride olacaklardan habersiz Abraham Zapruder 8 mm'lik Bell&Howell video kamerasını çalıştırmış tarihin en ünlü ve pahalı kısa filmi için düğmeye basarken  26 sn'lik son geri sayımı da başlatmış bulunuyordu.

Saat 12:30
Başkanlık limuzini düz yolda ağır ağır ilerlerken hedef açık olarak görüldü, ilk silah sesi duyulduğunda Kennedy sırtından vurulmuş mermi kıravat bağını parçalayark çıkmış ve vali Collony'in sağ omuzunu takiben sol bacağını yaralayarak ölümcül yoluna son vermişdi. Silah sesini duyan ajan Roy Kellerman eğitimini aldığı bu an için ne yapılması gerektiğini biliyordu ve şoför koltuğunda oturan arkadaşı Bill Greer'e

- " Hattan çık. Vurulduk" diye bağırdı.

Arkadaşına inanmayan ajan Greer ne olduğuna bakmak için kafasını çevirdiğinde suikastçıya yeni bir atış için ek zaman verdiğini tahmin edemiyordu, işte bu anda ikinci bir atış Başkan'ın kafasına isabet etmiş ve onu geri döndürülemeyecek derecede yaralamıştı. Jacqueline Onassis o anda aracın gerisine doğru hamle yapar belki de eşini hayata bağlayacak parçalarını toplamaya çalışırken ajan Roy Kellerman koşarak araca atladı ve yeni bir atış için görüş alanını kapattı. Çok geç olmakla beraber araç başkanı hayatta tutmak için Parkland Memorial Hastanesi'ne doğru hızlandı. 

90 saniye sonra
Oswald merdivenlerden çıkışa doğru ilerlerken polis memuru Marion Baker ile karşılaştı, amiri Rol Truly'den çalışan olduğa dair onayı alan polis, Oswald'ın geçişine izin verdi ve bina kapatılmadan önce Oswald dışarı çıkmayı başardı.

12:40
Oswald otobüse binerek kaldığı pansiyona ulaşmaya çalıştı ancak yoğun trafik nedeniyle inerek bir taksiyi tercih etti.

01:00
Dr.Burkley başkan'ın ölüm sertifikasını imzalamıştı.

01:00
Oswald pansiyondan ayrılarak Pattion Meydanı'na doğru yürüyüşe geçti.

01:15
Bölgede devriye gezen 78 çağrı numaralı polis memuru J.D. Tippit telsizden aldığı eşgale benzeyen Lee Harvey Oswald'ı durdurdu. Aracından inip yaklaştığı sırada 38'lik Smith&Wesson'ını çeken Oswald 4 kez ateş etti, 3 kursun Tippit'in göğsüne saplanırken son kurşun ölümcül kafatasını hedef almıştı. 

İleri ki günlerde Zapruder, tarihin en önemli kısa filmini Life Magazine  $150.000'a satacak ve bunun  25.000 dolarını polis memurunun eşine bağışlayacaktı.

01:50
Lee Oswald saklandığı tiyatroda tutuklandı.     

Oswald sorgusunda suçlamaları reddetti. Kimseye ateş etmediğini, kendisinin bir kurban olduğunu, Sovyetler Birliği'nde çalıştığı için tutuklandığını söyledi. Tüfek ile birlikte poz verdiği fotoğraflarının sahte olduğunu iddia etti.

24 Kasım

11:21
Oswald, Dallas Polis Departmanı'ndan, hapishaneye doğru götürülürken,  gece kulübü sahibi Jack Ruby kalabalıktan sıyrılarak silahını ateşledi.

01:07
Lee Harwey Oswald, Kennedy'nin ölümünün bildirildiği aynı hastenede hayatını kaybetti.

Jack Ruby, Başkanın ölümünden çok etkilendiğini ve Oswald'ı bunun için öldürdüğünü söyledi. Ölüm cezasına çarptırıldı ancak akciğer kanserinden Ocak 1967'de hayatını kaybetti. Nerede dersiniz? yine Parkland Memorial Hastanesi'nde.

Suikastın araştırılması için kurulan "Warren Commission" yaklaşık 10 ay sonunda hazırladığı 888 sayfalık raporunu Eylül 1964'de başkan Johnson'a sundu. 

Raporda Oswald'ın suikastı kendi adına işlediği, Jack Ruby'nin ise Oswald'ı öldürmek için yine tek taraflı davrandığı sonucuna varıldıysa da komplo teorileri hiçbir zaman raftan inmedi. 

1976'da kurulan "House Select Comittee" ise, en az iki kişinin 4 el ateş ettiğini, başkanın 3. atışta vurulduğunu olayın arkasında Sovyet yada Cuba ile ilgili bir grubun var olmadığını ancak birlikte hareket eden bireysel bir grubun olabileceğini kabul etti.    

Suikasta tanıklık eden 103 kişiden çoğunun cinayete, intihara kurban gitmesi olaya bambaşka bir gizem kattı.

Suikast'ten 20 dakika önce telefon operatörünü arayarak "Başkan vurulacak" diyen  Karyn Kupicinet 28 Kasım günü ölü bulundu.

Jack Zangetty göğsünde bir kurşunla vurulmuş olarak ölümünden iki hafta sonra Oklahoma Gölü'nde bulundu.

J.D. Tippit'i Oswald'ın öldürmediğini söyleyen Eddy Benavides, bir bar kavgasında silahla öldürüldü.

Betty MacDonald, hücrede kendini asmış olarak bulundu.

Hank Killam, bir kazada kan kaybından öldü.

Bill Hunter, polis tarafından vuruldu.

Gary Underhill, suikast hakkında derin bilgileri olan ajan, başından vurulmuş olarak bulundu, kayıtlara intihar olarak geçti.

Hugh Ward, uçak kazasında öldü.

De Lesseps Morrison, New Orleans belediye başkanı, aynı uçakta yolcuydu.

Terasa Norton,  Oswald'ı öldürmeden önce Jack Ruby ile konuşan son kişi, öldürüldü.

Tom Howard, Jack Ruby'nin avukatı, kalp krizinden öldü.

Guy Banister, FBI Ajanı, kalp krizinden öldü.

C.D Jackson, Life Magazin başkan yardımcısı Zapruder filmini alan kişi, kalp krizinden öldü.

Mary Pinchot, Kennedy'nin yakın arkadaşı, günlüğüne CIA tarafından el konuldu, öldürüldü.

William Pitzer, otopsi fotoğrafçısı,  ofisinde başından vurulmuş olarak bulundu.

James Worrel, motor kazasında öldü.

Dorothy Kilgallen, Jack Ruby ile röportaj yapan köşe yazarı, alkol ve aşırı doz ilaçtan öldü, intihar olarak kayda geçti.

William Whaley, Taksi şoförü, motor kazasında öldü.

ve niceleri...

Kardeş Robert Kennedy ise yine bir suikast sonucu 1968'de öldürüldü. 

Şimdi gelelim can alıcı noktaya

Gerçekte Kennedy'i kimin vurduğunu bilmek ister misiniz?

ama bende 104'üncü olmak istemiyorum ki...

   






25 Kasım 2011 Cuma

Suriye'de neler oluyor?


Tamam biliyoruz en uzun kara sınırına sahip, müttefik komşumuz tam 877km, karşıda 400 bin dönüm zeytin bahçeleri bizde ise mayın bahçeleri.

Zamanında Hatay ve PKK'nın elebaşı Öcalan için ilişkiler gerildiyse de durum bugün olduğu gibi hiçbir zaman bu seviyeye gelmedi, gerisi sudan sebepler, elbette Suriye'yi susuz bırakacak değiliz.

Şu an eleştrilerin ve yoğun baskıların merkezindeki Besar Esad görevi babası Hafız Esed in vefatından sonra yerine gelen Abdülhalim Haddam'dan 2000 yılında alıyor. Baba Hafız Esad  iyi eğitim almış öğrenim gördüğü Askeri Akademisini üstün dereceyle bitiren bir pilot ve devamında Hava Kuvvetleri Komutanı. Oğlu Besar Esad ise tıp eğitimi almış, bir göz doktoru eğitiminin bir kısmı ise İngiltere'de geçmiş yani başbakanımıza "One minüt" den çok daha fazlasını kolaylıkla söyleyebilir.  Demek istediğim ailenin eğitimi bizimkilerden üstün zaten giyim kuşam ile de bu üstünlüklerini dile getirmekteler.

Suriye ile 2009 yılında karşılıklı olarak vizeleri kaldırmış ve iki kardeş iki komşu ülke olarak ''Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması'' imzalamış ülkemiz ile Suriye arasındaki ilişkiler neden bu hale geldi?

Okyanus ötesinden gelen dalgalar kıyımızı çoktan vurmuş durumda. 

İşin öncelikli gerçeği şu;

1971 yılından bu yana Suriye yönetiminde bulunan Esad ailesi Alevi kökenli. 1982 yılında tarihe Hama Katliamı olarak geçen bir olay, Sunni "Müslüman Kardeşler" adlı islamcı muhafazakar grup Esad yönetimine karşı ayaklanıyor ki şu an Mısır'dan, Libya'ya, Suriye'ye kadar "Arap Baharı" denen ayaklanmalarda bu grub başrol oynamakta, sonuçta on yılı aşkın süren silahlı ayaklanmanın sonu Suriye ordusu'nun  müdahalesi ve geride onbinlerce kayıp.

Hükümet, okyanus ötesinden gelen birinci dalgayla Hama'nın bir nevi öcünü almak istiyor.

Şu işe bakın ki , dış politikada alevi bir yönetimi iktidardan düşürmek isteyen, Hama'nın öcünü almak isteyen hükümet, diğer taraftan Dersim açılımı ile alevi vatandaşlarımızdan özür dileme yolunu seçiyor bir nevi göze hoş gelme durumu. Politikamız mezhep'lerle yol alma durumunda, göremeyen gözler için ise bu çok ürkütücü, çok tehlikeli bir durum, açık ve seçik.

Okyanus ötesinden gelen ikinci dalga ise gerçek ev sahibinden geliyor,

Dışişleri Bakanı Clinton “Suriyelilerin kulak vereceği bir ses olmadığımızın farkındayız. Dolayısıyla, Suriye'nin gözardı edemeyeceği, giderek büyüyen ve şu anda Arap Birliği ve Türkiye'den oluşan bir koronun çağrısında bulunduk" diyor ve devam ediyor “Arap Birliği'nin yaptığı ve Türkiye'nin söylediklerinin, Suriye hükümeti ve toplumu üzerinde çok uzakta olan bizlerden çok daha fazla bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum"

Besar Esad'in “PKK Türkiye için neyse, Müslüman Kardeşler de bizim için o. Türkiye ’nin Müslüman Kardeşler’in hamisi gibi davranması bizi üzüyor” demecine karşın hükümet gerekeni yapıyor Suriye'yi karşısına alıyor, elçiliğimiz basılıyor, bayrağımız yakılıyor, hacılarımız kurşunlanıyor ve Suriye tekrar PKK'ya kapılarını açıyor, 12 yıl sonra yeni bir kamp için yer tahsis ediyor. 330 km'lik Irak sınırını koruyamayan Türkiye, 877 km'lik Suriye sınırını bundan sonra nasıl gözleyecek merak ediyorum.

Müslüman Kardeşler örgütünün sürgündeki lideri Muhammed Riad Şakfa, ise İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında “Suriyeliler Batılılar yerine Türkiye’nin bir müdahalede bulunmasını memnuniyetle karşılayacaktır. Tabii ki bu müdahale kendilerini koruma amaçlı olursa... Türkiye’den komşumuz olarak daha fazla şey isteyebiliriz”  diyerek Türkiye'nin Suriye askeri müdahalade bulunmasını talep ediyor.

ABD yönetimi ise deniz aşırı operasyonlara gönderilen büyük güçlerden vazgeçildiğini, yeni stratejinin ABD ordusunun kapasitesini hedef odaklı olarak kullanmak olduğunu açıklıyor. Libya üzerinde Fransa ve İtalya ile yaptığını Suriye için ülkemiz ile yapmakta. Bu arada Obama'nın Ortadoğu danışmanı  Dennis Ross'un istifası ise gözlerden kaçmış değil.

Suriye pek kolay bir lokma olmayacak, başta Rusya ve  Çin'in büyük desteği var. Rusya, Suriye için baş silah tedarikçisi, gerçi Suriye ordu silahlarının modernlikten uzak kaldığı bilinse de Rusya, Suriye'nin hamisi olarak bu açığı kapatıyor. Ayrıca Rusya Müslüman Kardeşleri terör örgütü olarak kabul etmiş durumda. Rusya'nın Suriye üzerindeki diğer stratejik önemi ise liman kenti Tartus'da deniz üssü bulunması ve Rusya üç savaş gemisini bu üsde konuşlandırdı bile. Rusya - Afganistan savaşının sıcak denizlere inmek için olduğu hatırlanır ise Tartus'daki deniz üssünün ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır.
   
Diğer taraftan gözden kaçan bir nokta var, Amerika'nın Çin'e yaklaşma çabası;

kendine rakip olarak gördüğü büyük ekonomi Çin'e gerekli bir müdahale için kendisine sorun çıkaracak ülke hükümetlerini ülkemiz'in sözde ılımlı islam rol modelliği öncülüğünde değiştirmek, başta İran olmak üzere Çin'e doğru siyasi coğrafyayı temizlemek istiyor. Çin uzaya insan göndermeyi başarabilen üçüncü ülke ve daha da önemlisi Çin'in ASAT (Anti-Satellite) adlı projesi Amerika'yı derinden etkliyor. Söz konusu proje bir anti-uydu projesi, gerektiğinde navigasyon ve gözetleme uydularını etkisiz hale getirebilecek bir silah. Çin bu silahın denemesini 2007 yılında yaptı ve 1999 yılında uzaya gönderdiği inaktif bir metoroloji uydusunu düşürdü. Çin ayrıca Avrupa'nın Galileo GPS projesinin aktif bir üyesi ancak projenin PRS (Public Regulated Service) denilen ve güvenlik güçleri tarafından kullanılacak olan şifrelerine ABD ile yaptığı anlaşma gereği sahip olamayacak.

Obama ise Asya Pasifik'te kalıcı olarak söz sahibi olduklarını, bölgede Çin'in ticari oyunlarından bıktıklarını ve yükselen bir Çin'den korkmadıklarını açık açık söylemişti. 

Önümüzdeki birkaç yıl içinde Tahrir'den Tiananmen Meydanı'na bir bahar rüzgarı  estiğini duyarsak hiç şaşırmayalım. 

ve Arap Baharı Suudi Arabistan'a ulaşmış, şiiler ayaklanmış,

bu coğrafyada mezhep çatışması çok kan demektir.

BOP "Büyük Oyun Projesi" ya da diğer adıyla Sünger BOP projesi ile bölgede binlerce yıl önce sağlanan dengeler alt üst ediliyor, bu oyunun bir parçası olmak bizi yakacaktır.

Ziya Paşa'nın sözüdür.

Gökte yıldız arayıp gezerken nice turfa müneccim 
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde

(Çiçeği burnunda nice astrolog, yıldızları gözleyip geleceği öngörme çabasındayken
 Gaflete kapılırda, bir adım ötesindeki çukuru görmekten aciz hale düşer.)



23 Kasım 2011 Çarşamba

86-0066



İlkokul yıllarım mevsim muhtemelen sonbahar tam hatırlıyamıyorum belki de bir ödev yapmaktayım ama o  haber üzerine televizyon karşısında donakaldığımı çok iyi hatırlıyorum. O zaman sahip olduğumuz tek kanal olan TRT haberlerinde uçaklar gözüküyordu, 4 uçak Amerika'dan uçarak gelmiş bunlar F-16 imiş ve bundan sonra F-16'lar Türkiye'de yapılacakmış... nasıl büyülendiğimi anlatamam, işte bendeki havacılık sevgisinin başladığı an.

Evimizdeki ansiklopedileri karıştırıyor, uçaklar hakkında ki yazılanları okuyordum Türk Hava Yolları'nın o eski iki kırmızı şeritli  uçak resmi dikkatimi çekti, pazar günü babamın evde olduğu bir gündü, hemen babamın yanına koşup "Baba bana uçak yap" dedim, babamın kağıttan yaptığı uçaklar ile sağa sola yeterince koştuktan sonra bu uçaklar küçük gelmeye başladı, ansiklopediyi alıp yine babamın yanına koştum ve "Baba bana bu uçağı yap" dedim. Malzeme listesi çıkarıldı ve benim hemen koşup kırtasiyeden aldığım birkaç plaka karton ve yapıştırıcı ile uçak imaline başlandı. TAI'de ilk F-16'lar üretilirken evimizde de kartondan ilk yolcu uçağı bana özel olarak babamın ellerinde hazırlanıyordu. Ünlü bir teknik ressam olan babam ölçtü, biçti, değerlendirdi ve kocaman kanatları olan büyük bir uçak, yapıştırıcı ve kağıt kokusuyla dolan salonumuzda test uçuşu için artık hazırdı, gözlerime inanamıyordum resimdeki uçağın aynısı şimdi ellerimdeydi. Dış görünümü için pencereleri ve şeritleri de ihmal edilmedi tabii...

Birkaç yıl sonra benim için rutin geçen bir öğlen saatleri duyduğum müthiş bir sesle rutinliğinden sıyrılarak bambaşka bir hal aldı, Zafer ya da Cumhuriyet bayramıydı sanırım, bir şeyler oluyordu, sesin kaynağını anlamak için başımı yukarı kaldırırdığım anda gördüm onu dimdik yukarı doğru tırmanıyordu, tırmandı, tırmandı ve bulutların üstünde gözden kayboldu. Çok heyecanlanmıştım, kendimi Güneş İmparatorluğu'ndaki Jim gibi hissediyordum, o yukarı doğru tırmanırken bende aşağıda bekledim, bekledim ve bekledim belki bir kez daha gelirdi, ne de çabuk gitmişti, gözlerim onu kaybettiğim noktaya odaklanıyor ve bir kez daha çıkacağı anı bekliyordu ama o gün bir daha kendini göstermedi.         

İşte ben hep o F-16'yı aradım. Şubat tatili model uçak kursuna, yaz tatili paraşüt kursuna, şubat tatili model uçak kursuna, yaz tatili  planör uçuş eğitimi'ne, şubat tatili model uçak kursuna, yaz tatili yamaç paraşüt kursuna... o F-16 nın hakim olduğu göklerde artık bende vardım, o F-16'nın uçtuğu irtifada artık bende uçuyordum.  

ve ilk karşılaşmam IDEF Fuarı, girişden sağa doğru döndüm birkaç yabancı uçak ve ileride gri rengiyle orada duruyordu işte, evet bir F-16'ydı bu, hemen ona doğru koştum, çevresi korumaya alınmış, dokunmaya izin yok,  başında pompalı tüfekli bir koruma. Tam karşısında durdum, büyülendim, çevresini dolanıyor yanından ayrılamıyordum, bir sağına geçiyor, bir soluna, bazende ona güç veren motorunun tam arkasına eğer bana eşlik eden annem o gün yanımda olmasaydı saatlerce ona bakabilirdim.

Bir gün okul arkadaşımla Kızılay'da yürürken otobüs durağındaki "Mürted" tabelası dikkatimizi çekti.

- Hadi  Mürted'e uçaklara bakmaya gidelim
- Ama ya içeri giremezsek?
- Olsun uçuşlarını görürüz

İki kafadar bindik otobüse, üs girişinde kimlikler soruldu tabi 

- Biz uçaklara bakmaya gelmişdik 
- Siz burada inin, aynı otobüsle geri dönersiniz 

giriş izni alamadık haliyle, ama şansımıza bir kaç kalkış izledik ve kapıdan giremeyerek kulaklarımızda güçlü motor sesleri ile aynı otobüsle evimizin yoluna düştük.

Okul bitti, vatani görev zamanı geldi. Yedek subaylık sınavı için bana verilen formda bir boşluk bırakmışım, görevli memur

- Bir tercihin boş kalmış neler istersin?
- Neler var ki yaz bişiyler sen 
- Topçu, Tankçı, Havacı, istersen havacı yazayım
- Havacı kime çıkıyor ki neyse yaz bakalım 

Sonuçlar açıklandığında ise havacı olarak görev yapacağım bildiriliyordu. Benim gözümden kaçan, görevlinin doldurduğu bir boşluk hayatıma bir renk katacakdı. Eğitim tamamlanıp yurdun dört bir köşesindeki görev yerlerimize dağıtılacağımız gün herkes heyecan içindeydi, acaba nereye gideceğim sorusuna cevap aranıyordu. Benim dileğim ise belliydi "F-16 üssü olsun da neresi olursa olsun" ve sonuçlar açıklandığında bir kez daha sevinmiştim, Diyarbakır 8'nci Ana Jet Üssü ve üs F-16 ile doluydu. Bir öğle vakti Ankara'da bana kapanan kapılar, yurdun diğer bir köşesinde sonuna kadar açılıyordu. Ankara'da giremediğim kapıdan Diyarbakır'dan girdim. Tahmin ettiğiniz gibi eğlenceli bir askerlik dönemim oldu, gece uçuşlarında afterburner'ın oluşturduğu  haleleri saydığımız o ilk günleri asla unutmayacağım. 

Küçükken o gün gördüğüm ise bir F-16'nın solo gösterisiydi, beni bu kadar heyecanlandıran o uçuş bugün başkalarını da heyecanlandırabilirdi. Bunca yıldır neden bir F-16 gösteri yapmıyor du? Belçika ve Hollanda çoktan gençlerini bu mükemmel  uçak ile heyecanlandırırken biz neden bir solo gösterisi izleyemiyorduk? Bu soruları uzun yıllar önce sordum kendime ve sorumun cevabını ise 15 Nisan 2011'de aldım. Sonunda Hava Kuvvetleri 100.Yıl kutlamaları için 91-0011 seri nolu uçağını gösteri uçağına dönüştürmüş, bir de güzel boyamış, çok hoşuma gitti. Biraz geç ama güzel oldu.


    
veeee

Parking Brake "On"
Main Power "On"
Lightings "Norm"
Fuel "On"
Engine Feed "Norm"
EPU "Norm"
Fuel Qty Sel "Norm"
Air Source "Norm"
Throttle "Idle"
Engine START 1
RPM % 70
JFS "Off" Check
HYD OIL "Off" Check
Avionics Powers "On"
INS "Norm"
Sensor Powers "On"
INS Check in DED 10.0 RDY
No Flags ADI, VVI, AOA
Audio "Set"
Ejection Seat "Armed"
Avionics Power "NAV"
RDR ALT "On"
Landing Lights "On"
Pilot Fault Display "No Fault"
Canopy "Close and locked"
Parking Brake "Off"

Throttle "MAX"

Speed 120 kt veee burun havada

86-0066

o sen miydin?



22 Kasım 2011 Salı

Aya gitmek istesek kaç ayda gideriz...


İşte çok sevdiğim fotoğraflardan biri, insanoğlunun tarihinde deklanşöre bastığı en uzak nokta. Neil Armstrong, ait olduğu dünyamızdan 384.400 evinden ise muhtemelen birkaç km daha fazla uzaklıkta yol arkadaşı Edwin Aldrin'i böyle fotoğraflıyordu.

Bu dünyanın dışında olmak, dört gün uzayda yol almak ve sonuçda daha önce kimsenin yapamadığını yapmak. Herşeyden uzakta, herşey geride bırakılmış belki de bir kez daha asla görülmeyecek, bir anne, bir baba, bir kardeş ya da bir sevgili.

Seçilmiş üç arkadaş bir uzay gemisinin içinde evinden çok çok uzaklarda, hedefleri bir zamanlar dünyanın parçası olan küçüklüğümüzün kaşar peyniri, ay dedesi. Uzandığım yerden Tom Hanks'in Apollo 13 filminde yaptığı gibi başparmağımı ay'a doğru kaldırıyor ve bir gözümü kapatıyorum şimdi başparmağımı kaplayan bizden biraz daha küçük aydede, benim içinde bir yerin var mı?

Bir insan geride dünyanın biraz daha küçüldüğünü gördüğü bu yolculukta neler hisseder? Kendisine yabancı  bir ortamda yalnız olduğunu bilmek... başka bir toprakda yürümek... o noktadan dünyayı görmek... ne bir gökyüzü, ne bir bulut, ne bir ağaç... sade yuvarlak bir mavi, koca kıtalar bir kaya parçası, devasa okyanuslar bir su damlası...

ve bu noktanın ötesi, diğer taraf... ilk dalışımı hatırlıyorum suyun 18mt altındayım, yanımda arkadaşlarım ama ben yüzümü uzağa diğer noktaya çeviriyorum, ileride bir kaya parçası, şimdi kendime güvenim tam her şeyi her şeyi yapabilirim, hedeflediğim kaya parçasının üzerinde manometremde 20mt yi okurken derine daha da derine yüzebileceğimi düşünüyorum ve yalnız kaldığım bu anda  gözlerim hemen sol yanıma kayıyor, korkutucu bir karanlık gözlerimi kör ediyor, bir bilinmezlik telaşlandırıyor beni,  o anda  ürperiyorum, korkuyorum... regülatörün ciğerlerimi beslediği sürece yaşayabileceğim  bana ait olmayan bir ortamda anlıyorum,

Ben ne kadar da küçüğüm.

Armstrong, Aldrin, Collins neler hissettiniz?

tüm dünya beyaz ekranlarında size bakarken,

Siz neler gördünüz?   

tüm dünya sizi konuşurken,

Siz neler duydunuz?

dünya karışır, gece gündüze dönerken,

Siz hangi zamandaydınız?

başımı çevirdiğim, beni çağıran, bana ait olmayan küçük bir karanlık beni korkutmaya yeter iken,

Siz o sonsuz karanlığın içinde neden korktunuz?

Ben daha dünyada yok iken sizler başka bir dünyayı keşfettiniz.

O günden beri artık siz bu dünyadan değilsiniz...

Ben de ait değilim bu dünyaya

Ne Hindistan, ne Nepal, ne Londra, ne Paris, ne de bu Dünya

Ben de gitmek istiyor işte oraya

Ay'a


  

21 Kasım 2011 Pazartesi

Beyin bedava


"Herkes ulusal görevini ve sorumluluğunu bilmeli, Memleket meseleleri üzerinde o düşünceyle düşünüp, çalışmayı görev edinmelidir"

Gazi Mustafa Kemal Atatürk



Ansiklopedik Bilgi

Tanzimat Fermanı'nı yayınladı. Padişah yetkilerini kısıtladı, Anayasal düzeye ilk adımı attı.
Islahat Fermanı'nı yayınladı. Kanun önünde herkes eşit sayıldı.
Kırım Savaşı'nı kazandı. Biraz borç para aldı.
Mülkiye'yi kurdu
Telgraf Mektebi açtı
Maarif-i Umumiye Nezareti'ni kurarak günümüz Milli Eğitim Bakanlığı'nın temelini attı.
Muallim Mektepleri (Öğretmen Okulları) kurdu.
Darülfinun açarak ilk medrese dışı yüksek öğretime geçiş yaptı.
Darülmaarif kurarak lise düzeyinden üniversitelere öğrenci sağladı.
Ziraat, veteriner, orman okulları açtı.
Devlet harcamalarını bütçeye bağladı.
Kâime-i mutebere ilk kağıt parayı çıkardı.
İlk yabancı gazete Ceride-i Havadis'i yayınladı
İlk özel gazete Tercuman-ı ahval yayınladı
Dolmabahçe Sarayını
Galata Köprüsünü yaptırdı.


Elbette ki Abdülmecid bizim için değerli. Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahlarından biri tıpkı Fatih Sultan Mehmet, Kanuni, Beyazid, Sultan Selim ve diğer padişahlar gibi büyük atalarından kendisine miras kalan İmparatorluğu korumak ve şanını yüceltmek için çalıştı.

Şimdi soruyorum

Tarihe saygısızlık yapılır mı?

Olay şu ki,

19.yy'da Osmanlı İmparatorluğu ya modernleşmek ya da yok olmak durumundaydı. Karşı konulamaz bir Milliyetçilik akımı ve daha sonrası Endüstri Devriminin beraberinde getirdiği Sömürgecilik anlayışına karşı yapılan modernleşme ve toprakları yaşamda tutabilmek için verilen tüm tavizlere rağmen bu şanlı İmparatorluk ayakta kalamadı. Son anda ülkesini terkeden Vahdettin bile İngiliz bayrağı altında İmparatorluğunu yaşatabileceğine inanıyordu. Oysa ki bu bir yanlışdı, bu ve bunun gibi birçok yanlışı gören Mustafa Kemal ise çoktan kararını vermişdi. 

Batının ellerinde sönmeye yakın bir İmparatorluk yine kendi küllerinden temeli Türk Kültür ve Medeniyetine dayanan modern bir Cumhuriyet olarak doğacakdı.  

Peki Atatürk kimdir? Neler yapmışdır?

Bunları hepimiz gayet açık biliyoruz, 

Ben sizi başka bir boyuta götüreceğim, eğer Ata'yı anlamayan var ise dünyanın kabul ettiği bu metin sizlere yardımcı olabilir.

1976 tarihinde UNESCO'nun aldığı bir karar. Atatürk'ün doğumunun 100.yılında anılması için üyelerin tam bir oybirliğyle alınan karar ve metin;

"Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkilapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu"


dün gece yayında neler yaşandı...

Atatürk diktatör müydü?
Atatürk devrimleri gereksizdi, halkı cahil bırakdı
Atatürk Cumhuriyeti'i zorla ilan ettirdi
Atatürk Cumhuriyet'i yemek yerken kurdu 
Şapka Kanunu çıkardı hala yürürlükte
Atatürk yıllarca tek parti sistemiyle yönetti  
Atatürk büstleri, resimleri her yerde
Atatürk'ü Koruma Kanunu diye bişey var
Çocuklarımız her sabah and içmek zorunda kalıyor
Güzelim İstanbul dururken bozkırı başkent yaptı
Atatürk'ü yazan Nobel Ödül'lü bir yazarımız yok
Acımız büyük Cumhuriyet'i kutlamayalım

Bir kez daha soruyorum

Tarihe saygısızlık yapılır mı?

Hayır

Eğer kendini biliyor isen, atana,vatanına ve bayrağına ihanet etmeyeceksin.       

Gelin bir kez daha düşünün

Ne diyor du biri 

"Beyin bedava"

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bildiğim bahar


Bu resim Yemen'de bir gösteri esnasında çekildi. Yemen'li kadınlar gelecekten ümitsiz, daha fazla özgürlük ve hakları için isyan içindeler. Bu gösterileri esnasında kendilerine hak görülen ve tüm vücutlarını örten "makrama" adlı çarşaflarını yakıyorlar. Yemen'li kadınların haklarına öncülük eden Tevekkül Karman, ülkesinde kadın hakları ve demokrasi için verdiği mücadeleden dolayı, bu yılki Nobel Barış Ödülü'nü Ellen Johnson-Sirleaf ve Leymah Gbowee ile paylaştı.

Evet Yemen'de kadınlar mutsuz. Peki diğer ülkeler de durum nasıl? Bana bakarsanız dünyanın neresinde olursanız olun kadın olmak zor, eğer ortadoğu ülkelerine ait bir pasaport taşıyorsanız bu daha da zor hale geliyor.

Suudi Arabistan'da kadınların araç kullanmaları yasak ve dünyada böyle bir yasağa sahip olan tek ülke, aracı bırakın Suudi kadınların bisiklete binmesi dahi yasak. Bununla da kalmıyor, her kadının bir gardiyanı olmak zorunda bu ailesinden erkek kardeşi, yakını ya da babası oluyor. Gardiyanından izinsiz seyahat edemiyor, çalışamıyor hatta ve hatta amelliyat dahi olamıyor. Suudi kadınlar bankaya dahi yanlarında bir erkek ile gitmek zorunda, çoğunun kimliği yok çünkü resim çekilmesi günah. Otobüse binemiyorlar, otobüse binmelerine izin verilen yer sadece başkent Riyad ve otobüstede kendilerine ait yerlere oturmaları ve ayrı kapılardan binmeleri/inmeleri gerekiyor. Kafelerde ise bir erkek ile yanyana oturamazlar böyle bir durumda din polisi muttava'lar tarafından görülürlerse işler daha kötüye gidiyor, tutuklanabilirler ve kırbaç cezası alabilirler. Suudi kadınlarının seçme ve seçilme hakkı da bulunmuyor. Ancak Kral Abdullah kadınların 2015'teki seçimlerde aday olabileceğini ve oy kullanabileceğini duyurdu.

Neil Armstrong, Apollo 11 ile Sessizlik Denizi'ne ilk adımını attığında "Benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım" demişdi. Suudi kadınlarının da 2015'de seçme ve seçilme hakkını alabilecek olması onlar için büyük bir adım sayılabilir. 

Komşumuz İran'ın durumu ise  pek farklı değil, 1979 Devrimi öncesi gayet modern yaşam tarzı süren İran kadınları bugün şeriat kanunlarına boyun eğmek zorunda.

Tarihin ilk kadın Müslüman Başbakanı'nı çıkaran Pakistan ise bu öncülüğünü sürdüremedi ve kadın her zaman geri planda kaldı. Benazir Butto'nun en güçlü olduğu dönemde bile.

Afganistan için ise konuşmaya gerek yok Taliban rejimi ile Burka'larının altından bakmaya zorlanan kadın çok zor durumda.

Yakın komşularımızdan uzaklaşarak batıya doğru gidelim, tarihin en köklü demokrasisine sahip olan ülke İngiltere'ye.

Mary Shelley 1818 yılında ünlü Frankenstein'ı yayınladığında ismi kitap kapağında yer almamışdı çünkü o yıllarda bir kadının kitap yazması pek hoş karşılanmıyordu. Bugün ise İngiltere Kraliyeti veraset kurallarını 300 yıl sonra köklü bir biçimde değişitirme yolunda. Bir zamanlar kadın ismini kitap üzerinde görmek istemeyen İngiltere, bugün tahtında kızlara eşitlik istiyor. Bundan böyle doğan çocuklar tahtın varisi olmak üzere cinsiyetlerine değil, yaşlarına göre sıralanacak. Yani dünyayı sarsan görkemli düğünle hayatlarını birleştiren Prens William ve eşi Kate'in ilk çocukları kız olursa tahta onun geçeceği anlamına geliyor.

Ülkemize gelince, Atamızın devrimleri ve ileri görüşü sayesinde kadınlarımız peçeden ve çarşafdan kurtularak modern, rahat hayata 1930'larda kavuştu. Suudi Arabistan'ın 2015'de vereceği seçme ve seçilme hakkı, kadınlarımız için  1934'de tam anlamıyla sağlanmış bulunuyordu. Hatta ve hatta Nezihe Muhittin öncülüğünde Cumhuriyetin ilk siyasal partisi 1923 yılında kurulan  "Kadınlar Halk Fırkası" olmuştur. Nezihe Muhittin ve sonrasında niceleri Cumhuriyet yıllarında oldıkça serbest ve söz sahibi olarak tarihe adlarını yazdırdılar. Günümüz Türkiye'sinde ise kadının politik ve çalışma alanında söz sahibi olmasına karşın statüsü tartışılabilir durumda. Dünya Ekonomik Forumu'nun yayınladığı "Cinsiyet Eşitsizliği Raporu" bunu kanıtlayabilecek nitelikte.

 Bu rapor'un verilerine göre kadınlarımız Fırsat Eşitliği ve Ekonomiye Katılımda Suudi Arabistan'ın hemen üzerinde yer aldı, yerimiz 132. sıra. Eğitime Katılımda 106. Avrupa ve Orta Asya sıralamasında sonuncu, Genel Değerlendirmede ise 135 ülke arasında 122. sıradayız. 

Bugün kadınlarımız aile içi şiddet ve daha da acısı sahip olduğumuz töre kanunlarından rahatsız. Acı çekiyor ve 21 yaşındaki Ceylan SOYSAL gibi niceleri hayatlarını kaybediyor.

Diğer taraftan 21. yüzyılın tüm modernliğine rağmen kendini baştan aşağıya saran  kadınlarımız da mevcut. Yani bir nevi stretchleme, taze kalma durumu. Altın sarısı kumaşları vücutlarına sarıp, kreasyonu kırmızı tabanlı ayakkabıyla tamamlayarak bir moda yaratmayı tercih eden kadınlarımız için kendilerine özgü bir moda dergisi dahi çıkartılmış durumda. Bunun için dergi çıkarıp sayfalar arasında gezinmeye gerek yok. Evinizdeki  perdeyi alıp beğeninize göre renk renk üzerinize sıkıca sarın  aynı sonucu elde edebilirsiniz. Netice de perdeler örtünmek, gizlenmek içindir.     

Dünya'ya bahar getirme yoluyla yola çıkan ve demokrasi, eşitlik, özgürlük adına nice insanın hayatına son veren batı, bu düşüncelerini gerçeğe dönüştürmek istiyor ise, üzerine yapışan petrol den arınıp işe ilk önce Suudi Arabistan'dan başlamalı.

ve bombayla, füzeyle, kanla değil

Benim bildiğim bahar çiçekle olur

Kadınlarımız için, kendileri kadar güzel, zarif, değerli, stretch'siz bir dünya dileğiyle... 

ve Tears for Fears tüm kadınlar için söylüyor Women in chains

so free her
so free her
so free her
so free her
so free her




11 Kasım 2011 Cuma

Benim kurbanlıklarım


Bir bayram daha kutlandı. Büyükler ziyaret edildi, elleri öpüldü, sevinçleri görüldü, büyükler dedim ama aslında geride kalanlar demem daha doğru olurdu. Ne yazık ki çoğu teker teker ayrıldı aramızdan birer fotoğraf albümünde kayıtlı gözümde canlı anılar bırakarak.

Geçmişe dönüp baktığımda tüm bilge gözlerin, deneyim saçan ellerin ve ders verici söz sahiplerinin geride kaldığını görmek benim için oldukça üzücü. Ailemizin o saygın bireylerinin teker teker aramızdan ayrılmasına şahit oldum istemeyerek. Küçük bir çocuk iken aldığım ilk haberi hatırlıyorum sabahın ilk saatlerinde kapımızın çalınışı ve dedemin vefatı.  

İlk önce dedem aramızdan ayrıldı, kucağında oturur ve beyaz sakalı ile oynarken bana harçlık 5 lira veren, sabah namazını yürüyerek Kocatepe'de kılan dedem, artık yok.

Sonra anneannem, rahatsızlığı nedeniyle uzun koltuğun bir köşesinde sırtına dayanan yastıkla oturmak zorunda kalan, elinde örgüsüyle zaman zaman uykusuna teslim olan, beni pırlantam diye seven neşeli, güleryüzlü, anneannem, artık yok

Kolkola girerek pazar çantaları ile evin alışverişini yaptığımız daha sonra ise yorgunluk için demlediği limonlu çayına açık çay ile eşlik ettiğim babannem, artık yok.

Baş ağrısı için gripin alıp o koca ilacı nasıl içtiğine hayret ettiğim babamın kardeşi, amcam, artık yok. 

ve babam

babam artık yok, söylediği şarkıyı "Bak oğlum baban ölürse bu şarkıyı söylerdi dersin bir gün " dediği ve benim bu düşüncesine öfkelenip nasıl konuşuyorsun baba diyerek kulaklarımı tıkadığım ve bugün o şarkısını bilmediğim, bana hayat veren babam, artık yok

Gençlik Parkı'nda  kayıkla gezdiğimiz, dönme dolaba binerek Ankara'yı yukarıdan izlediğimiz, külahta dolgun dolgun maraş dondurması yediğimiz, sessizce maç izlediğimiz Arslan abim, artık yok

Her fırsatta elime aldığım süper poze'siyle gururlu, barut hakkı ölçtüğümüz, fişek hazırladığımız yüksek sesiyle ünlü, avcı Cevdet amcam, artık yok.           

Küçük yaşta kaybettiği oğlunun acısını yüreğinden atamayan vefatında oğlunun yanına gömülmek isteyen Cavide halam, artık yok.

İsmi gibi küçük, veresiye defteri bol, Kanaat Bakkaliyesi'nden gofret, bisküvi, gazoz aşırdığım, evinden ud, keman sesini eksik etmeyen müzisyen dedem artık yok. 

ve benim kurbanlıklarım artık yok,

Eskiden kurban bayramında koyunlar, kuzular her yerde olurdu. Sokaklar, köşe başları, boş meydanlar kurbanlıklar ile dolu olur satışları buralardan yapılırdı. Bende elimde küçük bir sopa ile koyunların arasına karşır tüm sürüleri gezer içlerinden en güzellerini seçer ve yanımda getirdiğim karpuz kavun kabuklarıyla beslerdim. Bu seçimimde koyununda bana göstermiş olduğu ilgi önem kazanırdı. Kimi benle hiç ilgilenmez varlığımı umursamazken kimi de gözlerini diker belkide aralarına giren bu yabancının kim olduğunu anlamak için yanıma gelirlerdi. Çekingen geçen ilk dakikalardan ve birbirimize karşılıklı güven duygumuzu  kanıtladıktan sonra bir köşede oturan sürü sahibinden  habersiz yem çuvalının yırtık köşelerinden çaldığım arpa ve buğday'ın paylaşımıyla dostluğumuz daha da pekişirdi. Yeteri kadar beslediğimi anlayınca başka sürülere gider aynı işlemi tekrarlardım, her sürüde sevimli bir arkadaş kesinlikle edinirdim. 

İşte böyle bir anda seçmiştim onu sürünün en güzel yüzlü, en temiz  koyunu, bir gözü kara diğeri beyaz, sırtı sarı boyalı. Ne kadar güzeldin. Ne olurdu benim olsan? Babama söylesem alır mıydı seni? Alsa benimle birlikte gelir miydin? Güzel güzel bakardım sana, evde beslerdim, birlikte koşup oynardık. 

Gün sonunda eve koştum "Baba biz ne zaman koyun alacağız" dedim. Babam pek istemiyordu, gönülsüzdü, gözyaşlarına boğuldum, bizimde koyunumuz olmalıydı. Onunla dolaşacak, koşacak, su içirecek yemek verecektim evet bizimde koyunumuz olmalıydı herkes alıyordu, neden bizim de yoktu? Ve babam gözyaşlarıma karşı koyamadı el ele onu sarı boyalı seçimim  ile tanıştırdım ve seçtiğim, gönlümü verdiğim koyun babamın bana en güzel hediyesiydi artık. 

Harika bir duyguydu, çok sevinçliydim. Onu sürüden ayırdım bana alışık olduğu için pek inatçılık yapmadı yalnız biraz kararsızdı geriye dönerek sürüsüne bakıyor ve o ince sesiyle meliyor arkadaşlarını istiyordu. Birkaç adımda bir durup geriye baktığımız için pek yakında olan evimize gitmemiz zaman aldı. Kardeşimle birlikte yanından hiç ayrılmadık, ayrıldığımız zaman hemen bağırıp bizi çağırır yanına gidince susar ve yatardı.  İlerleyen saatlerde direğe bağlı olan  ipini çözdüm böyle bağlı olması bana göre değildi. Serbest olmalı birlikte yürümeli, koşmalıydık. Kardeşim ben ve koyunum yürümeye başladık. Birkaç adım atıyor, duruyor, başını kaldırıyor ve yavaş yavaş yürüyordu o durduğu zaman bizde duruyor kaçmasını yola çıkmasını engelliyorduk. Ancak böyle yürürken evden de uzaklaşıyorduk kardeşimle birlikte geri çevirme çabalarımız sonuç vermiyor, gücümüz ona yetmiyordu,  geri dönme isteği de yoktu sadece bir istikamette gidiyor sürüsüne ulaşmak istiyordu adımlarımız hızlandı ve geldiği yolu tekrar alarak birden sürüsüne koştu ve aralarına katıldı. O kargaşada kaybetmiştim  neredeydi? Kardeşimle birbirimize baktık, Ben şimdi ne yapacaktım? Nasıl geri gidecektik? Telaşlanmıştık. 

Sürü sahibi, tekrar evine gelen misafirini iyi tanıyordu ve bize gülümseyen yüzüyle koyunumun yerini işaret etti.Onu sürüden ayırdı ve o anda nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kardeşimin ve benim sesimi duyunca bize doğru hareketlendi biraz uzaklaşıp onu çağırınca koşarak peşimize takıldı, biraz önce sürüsüne katılmak için can atan koyunum şimdi seçimini bizden yana kullanmıştı. Bu dakikadan sonra kendisi için önemli olan bizdik. Artık birlikte Gaziosmanpaşa sokaklarında dolaşıyor, koşuyor bizi izleyen gözleri hayrete düşüyorduk. Kardeşimle birlikte bir ara saklanıyor ve onu hissettirmeden izliyorduk. Bizim olmadığımızı anlayınca telaşlanıyor, sağa sola koşuşturuyor meleyerek bizi arıyordu ve bizler çocuk ruhumuzla ortaya çıkıp kendimizi gösterdiğimizde hızla yanımıza geliyor ve   bizde sarılmalarımızı, sevmelerimizi eksik etmiyorduk. Günün çoğunluğu böyle geçiyordu, akşam ise yuvası evimizin banyosuydu.

Her gün kapımızı çalan apartman görevlimizi geri çeviriyor ve soluğu yeni dostum ile sokakta alıyordum kararım kesindi o benim koyunumdu ve öyle kalacaktı. Bayramın ilk günleri bu şekilde neşeyle geçti ancak bayramın son günü... Evet o gün gelmişdi. Beni arkadaşımdan ayıracak olan apartman görevlimiz tekrar kapıyı çaldı ben yine hayır dedim, biz kestirmicez dedim, korkuya kapıldım, gözyaşlarına boğuldum ancak ne yaparsam yapayım artık onu koruyamayacağımı anlamışdım.

Yanında değildim, arkadaşlarım etrafımı çevirmişti, bağırıyor, meliyor beni çağırıyordu, bakamıyordum son bir cesaretle kafamı kaldırdığımda ise uzaktan ince bir kırmızılıktı gördüğüm.

Babamın gözyaşlarıma dayanamayarak aldığı, gözyaşlarımla seçtiğim o kurbanı yine hıçkırıklarma eşlik eden  gözyaşlarımla uğurladım.

ve bir diğeri...

yıllar sonra yine bir kurban bayramında yanından ayrılmadığım, yokluğumu beni çağırarak dolduran, dedemin yanlış bir seçimi sonucu benim neşe kaynağım olan  o koç,  artık yok.   

Sıcak ağustos ayı içerisinde serinlesin diye üzerine su tutulunca küçücük kalmış, aslında yaşına gelmemiş bir kuzuymuş, bu şekilde kurban olmazmış, nasıl sevindim anlatamam. Bir sene benim arkadaşım oldu, okul servisimin arkasından koştu, akşam geri dönüşümü bekledi, maç yaparken yanımda benimle top oynadı, bakkalın kasasından paraları yedi, mobilya mağazalarının vitrinine baktı, birlikte kendisine arpa, buğday almaya giderdik, dönüşümde biraz tuz ile renklendirdiğim menüsünü büyük bir iştahla yerdi. Evi olan kömürlükten her sabah aydınlığa çıkarken gözü kamaştığı için basamakta beklerdi, bende arkasında.

Bir akşam okuldan dönüşümde ise beni bekleyen yoktu. Bir araba geri geri gelirken.... 

Yine hıçkırıklar...
Evet bayramlar ilahi, bayramlar ruhani, bayramlar neşeli,

lakin ayrılıklar acı

Ahmet Muhip Dranas'ın dile getirdiği gibi,

Dışarıda bayram, bayram bize mahrem.