13 Eylül 2012 Perşembe

Melâli anlamayan nesle âşina değiliz.


Orhan Veli'den harika bir öykü ... Ahmet Haşim'den harika bir söz... 

fazla söze gerek yok, okumak çok daha anlamlı olacak, şayet  okumak istemeyen ya da dileyen olur ise Müşfik Kenter versiyonu da mevcut.

                ama şu söz yok mu;

                     "Melâli anlamayan nesle âşina değiliz." 

gerisini siz düşünün ... ama size öykünün sonunda Ahmet Haşim'in bu dizesine ait şiiri de veriyorum.                              


İyi okumalar




İşsizlik kötü şey vesselam. İşsizliğin kötü olduğunu da yalnız aç kaldığım zamanlar, düşünüyorum. Can sıkıntısından, bunaldığım sıralarda da düşünsem ya. Olmuyor. Bu bahçeye de hep böyle zamanlarımda gelirim. Neden acaba? Etraftakilerin de çoğu işsiz.

Bu bahçe sadece kaderleri bu yolda ortak olanları mı çekiyor dersiniz. Olabilir. Vakit öğleyi geçiyor. Açlıktan bahsettim ama pek de aç değilim. Bununla beraber, neden bilmem, etrafımdakilerden utanıyorum. Herkesin yemeğe gittiği bir saatte benim, parasız pulsuz buralarda dolaşmam bir suçmuş gibi geliyor bana. Boş sıralardan birine oturdum; düşünmeye başladım. Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket.

Bilmem ne dağındaki petrol arama kampında bir iş teklifi etmişlerdi. Gitseydim kötü mü olurdu sanki. Enayilik işte, parayla pulla değil ki. Bir odam olurdu, hiç olmazsa; ev kirası düşünmezdim. Sabahları acı kahvemi içebilir, öğle, akşam yemeklerini kampın tabldotundan yiyebilirdim. Tabldotu düşünür düşünmez karnım guruldamaya başladı, demek acıkmıştım. Şu yemek denilen şey de tuhaf bir şey. İnsanlar neler icat etmişler! Düpedüz ot yemek, yahut çiğ çiğ et yemek dururken, neler çıkarmışlar ortaya! Balığı denizden tutacaksın. Başka çeşidi olursa olmaz, levrek olacak. Ateşi yakacaksın, suyu kaynatacaksın, levreği içine atacaksın, haşlandıktan sonra çıkaracaksın, bir tabağa koyacaksın, soğutacaksın, başka bir kabın içine tavuktan çıkan yumurtayı kıracaksın, başlayacaksın çalkalamaya, yumurta hep aynı tarafa doğru çalkalanacak, bir yandan ince ince zeytinyağı dökeceksin, zeytinyağı iplik gibi dökülecek. Zeytinyağının da hikâyesi ayrı Zeytini daldan koparacaksın, ezeceksin, yağını alacaksın. Mutlaka zeytin olacak. Fındık olsa olmaz, susam olsa olmaz, pamuk olsa olmaz, zeytin. Zeytinyağı iplik gibi dökülecek. Yumurtayla zeytinyağı kıvamını bulunca bir kaşıkla onu soğumuş levreğin üstüne gezdireceksin. Oldu mu sana mayonezli levrek? Kim bilir belki de olmadı. Olmazsa olmasın, ahçı değilim ya.

Mayonezli levreğin de ne hoş bir kokusu vardır! Acı cevize benzer. Lezzetle kokunun birbirine benzediğini de ilk defa düşünüyorum. Hem, birader, nene lazım senin mayonezli levrek? Onu düşüneceğine ekmek düşünsene! Oh, canım ekmek! Sıcak ekmek! Taze ekmek! Yeni çıkarken ne güzel kokar fırınların önü! Fırından yeni çıkmış ekmek ne güzel yakar insanın elini!

Evet, petrol kampına gitmeliydim. Gerçi şehirden, tanıdıklardan uzak kalacaktım. Ama ne çıkar? Orada da ahbaplar bulamaz mıydım? Bir petrol kampında ne gibi ahbaplar bulunabilir, şimdi de onu düşünüyorum. Mesela Amerikalı bir mühendis bulunabilir. Mesela Teksaslıdır. Macera dolu bir hayatı vardır. Kimse bilmez. Jeoloji kaidelerine göre bir yerde petrol damarına rastlamak gerekir; araştırmalara girişilir; yıllarca uğraşılır, bir şey çıkmaz; petrol, yüzyıllarca evvel, oradan kaçmış; başka yere gitmiştir. Buna karşılık hiç umulmadık bir yerden de günün birinde petrol çıkıverir. İnsan bütün ömrünü bir hayal peşinde tüketebilir; yahut bir anda zengin olabilir. Petrol, büyük bir at yarışıdır. Macera işidir, kumar işidir. Hayatı macerayla dolu Teksaslı da bir kumarbazdır. İhtimal içki de içer. İçki ile kumara fazla düşkün insanların karıları biraz uçarı olur. İhtimal... Neyse, geçelim bunları. Ağzı biraz içki kokan, tütün kokan, günün birinde bir kumar masasından milyonlar vurarak kalkacak bir erkeğin de, bir kadın için; çekici tarafı yok mu? Ama Teksaslı kimden vuracak milyonu? Bizden mi? Kondu öyleyse yağlı kuyruğa. ''Ulan, a kerata! Kumar düşüneceğine karnını doyur!'' dese haksız mı?

Bir kundura, boyacısı geldi, gözü ayakkaplarımda, ''boyayalım, beyim!'' dedi. ''Eşşoğlu eşek! Ben şimdi boya mı düşünüyorum? Çek bakalım arabanı şuradan'' diyecektim, diyemedim. Kibarlığım bırakmadı. ''Hayır, kardeşim, istemez'' diye tatlıya bağladım.

İhtimal başka ahbaplar da bulurdum petrol kampında. Mesela, yaşlı bir muhasebeci. Biraz alaturka, biraz ehlikeyf, hayvan meraklısı bir adam. Mesela, kedi besler. Kedisinin bir adı vardır. Mesela, Pamuk. Ya kendi adı? Kendi adı Ethem Bey olmalı. Ethem Bey'in aksine pek alafranga bir de genç bulunmalı kampta. Mevkii şef olmalı. İngilizce bilmeli. Ethem Bey'e inat, Erdoğan köpek beslemeli. Erdoğan da kim? Ha! Erdoğan da işte o gencin adı. Köpeğinin de bir adı olmalı. Ne olmalı? Ethem Bey'e inat, alafranga bir isim. Mesela Robinson. Gerçi petrol kampından deniz görünmez. Ama ne çıkar, köpeğin adı Robinson olsun.

Erdoğan biraz şiirle uğraşmalı. Yazmamalı da konuşmalı. Ara sıra mısralar okumalı. Ne iyi olurdu! Onunla hep şiirden söz açardık. O, ihtimal, giyimi kuşamıyla modern bir genç olmasına rağmen, kafasıyla bir hayli eski olacaktı. Mesela, şair olarak Haşim'i severdi. Hatta Haşim'i sevmeyi bir ilerilik bile sayabilirdi. O bana ''Şiirle maddenin bağdaşmayacağını, şiirin görünmez parmakların içimizdeki tellerden çıkardığı ilahi nağmeler olduğunu'' söylerdi. Zavallı ben, bu sözlerle ne demek istediğini sormaya bile cesaret edemezdim. Onun inancını sarsmaya gücüm yetmezdi ki. Ama ne olursa olsun, bütün softalar gibi, bu delikanlının da sevimli tarafları olabilirdi. Kendisini öğrendiklerinden geçirmeye gücüm yetmeyeceğini bildiğim halde onunla şiir tartışmalarına tutulmaktan da alamazdım. Benim şair Orhan Veli olduğumu da herhalde öğrenmemeliydi. Gözünden fena düşerdim yoksa. Hatta aleyhimde atıp, tuttuğunu bile duysam kendimi tanıtmamalıydım. Varsın o rahat konuşsun. Desin ki Orhan Veli mi? Onlar da mı şair? Bırak şu hopstilleri Allahaşkına! Bu türlü maskaralıklar Avrupa'da çoktan geçti. Yazsalar ya vezinli, kâfiyeli, doğru dürüst şiir. Yazsalar ya! Sıkı mı? Yazamayınca ne yapacaklar? Tabii böyle bin bir şaklabanlıkla nazarı dikkati celbetmeye çalışacaklar. Kolay iş bunlar, kardeşim, kolay iş. Halbuki sanat o kadar kolay değil.'' Varsın söylesin Erdoğan. Söylesin. Boşaltsın içini. Tutup ona şiir nazariyeleri döktürecek değilim ya. Hem ne işe yarar zaten? Karşı gelebilir miyim peşin hükümlere?

Önümden, temiz pak giyinmiş bir kızla, kılpıranga kızıl çengi bir delikanlı geçiyor. Ellerinde küçük bir kesekâğıdı var. Şamfıstığı yiyorlar. Öğle vakti şamfıstığı! Ekmek yiyin be, ekmek! Şamfıstığının sırası mı şimdi?

Odamız, yaz günleri, çinkodan damın altında yanar durur. Havada bir petrol kokusu vardır. Akşam üzerleri, kulelerde çalışan işçilerin gündeliklerini dağıtırım. Gün battıktan sonra ortalık biraz serinler. Külrengi dağlara karşı düşüncelere dalmak hoş olabilir. Geceleri portatif karyolamda huzur içinde yatarım. Sabahları Şehmus'un beyaz dişli kızı Meryemke süt getirir. Kirli çamaşırlar varsa alıp yıkamaya götürür. Aylarca kadınsız yaşamışızdır. Meryemke'nin göğsüne, kalçalarına baktıkça aklımdan kötü kötü şeyler geçer. Ama tutarım kendimi. Tutarım, elimden bir kaza çıkmasın diye.

Ara sıra vilayet merkezinden kamyon gelir. Kamyoncuya mektup sorarız; ''yok!'' der. ''İyi su geldi mi?'' deriz, ''Gelmedi!'' der. ''İshal oluruz. İlaç ısmarlarız. İlaç gelinceye kadar iyileşemeyiz. Apteshaneler, bir hayli uzaktadır. Veca ansızın bastırır. Koşup apteshaneye gitmek bir meseledir. Onun için odalarda oturak bulundururuz. Ben Erdoğan'la aynı odada yatarım. Akşamları ya kâğıt oynarız, ya şiirden bahsederiz. O yine Haşim'i tutturur. Ben kabul etmek istemem; o kızar. ''Haşim, Haşim!'' derken birdenbire karnı ağrımaya başlar. Oturduğu yerden ''oturak'' diye bağırarak dar atar kendini. Telaştan yüzü mosmor kesilmiştir. Karyolanın altından oturağı çeker; oturur üstüne. Yüzüne hemen bir sükûnet gelir. Rahatlar. Biraz evvelki karın ağrısını bir anda unutur. Gözleri, uzak bir noktada, dalgın, düşünür. Sonra bana döner; bütün fikirlerini özetleyen bir mısra mırıldanır;

Melâli anlamayan nesle âşina değiliz.

Oturduğum sıradan kalktım. Bahçe biraz daha kalabalıklaşmıştı. Başkalarının oturduğu sıraların önünden geçerek kapıya doğru yürüdüm. Herkes başka bir şey konuşuyor. Her önünden geçtiğim insanın söylediklerine kulak misafiri oluyorum. Söylenenlerin pek azını duyabiliyorum. Biri şey diyor ''... Ben, diyor, malımı bilirim. Onun yiyeceği halt...'' Geçiyorum. Yaklaştığım sıradan başka kelimeler duyuyorum ''... tayin emri imzadan çıkıncaya kadar biçare...'' Geçiyorum. Her geçtiğim sıradan kulağımda birkaç kelime kalıyor. Bir filmi orta yerinden ve gözlerim kapalı seyreder gibiyim ''... Sultan Hamit devri daha iyi imiş...''

''...ceketi tersyüz ettirmeden önce bizim birader...'' ''... kadar döviz getirir. Vakıa hariciyede...'' ''... ikinci penaltı haksızdı ama...'' ''... burada da sivil memurlar ürkütmeden sayılmıyor...'' ''... yemek üstüne hazmettirir...''

Burnuma esaslı bir et kokusu geldi. Hayal filan değil, sahici kokuydu. Bir yerde köfte filan kızartılıyordu herhalde. Birden, sesleri duymaz oldum. Sağa sola bakınmaya başladım. Bu kokunun bir de dumanı olacaktı elbet.



Ne sen, ne ben, ne de güzelliğinde toplanan bu akşam, 
ne de fikrin elemlerine bir liman olan bu mavi deniz,
MELALİ ANLAMAYAN NESLE AŞİNA DEĞİLİZ.
Sana yalnız bir ince taze kadın, 
bana yalnızca eski bir budala diyen bugünkü insanlık, 
bu sefil iştiha, 
bu kirli bakış, bulamaz sende bende bir mana, 
ne bu akşamda ince bir gam, 
ne de durgun denizde bir kırgın gizleniş ve umursamazlık
titreyişi.

Ahmet HAŞİM - O Belde




28 Mart 2012 Çarşamba

Sadece üç satır


              Bence mutluluk;

 bazen bir köpek yavrusudur....


 

  


 bazen de bir kedi... 



 



                                                                                             
  

22 Mart 2012 Perşembe

İyi geceler öpücüğü


Venüs güzeller güzeli Afrodit tüm ışıltısıyla göz alıcı ve Jupiter tanrılar tanrısı Zeus elinde şimşeği ile Afrodit'in peşinde. 

Rutin giden bir akşam üstü, servis camına dayadığım başımı yukarı doğru kaldırınca bambaşka bir hal aldı. Bizlere uzak mı uzak diyarlarda iki sevgili buluşmuş mutlulukları yüzlerine vuran ışıkla tescilli, bizlere naz yapar gibi dans etmekteler.

Onların milongası güneş ufkun ötesine geçer geçmez başlıyor, biz insancıklar işlerimizden ayrılmış eve gitme telaşı içindeyken onlar bu telaştan çok uzakta kendi hallerindeler. O kadar yakınlar ki sanki çok uzun bir hasretin ertesinde kavuşanlar gibi sıkıca sarılıyorlar birbirlerine, konuşacak çok şeyleri olmalı, ancak uzun mu uzun bu sonsuz boşlukta birlikte olabilecekleri zaman kısıtlı. Zaman her ne kadar biz dünya için işliyorsa da onlar da akrebin ve yelkovan'ın birbirini kovaladığı bu çemberin içinden çıkamıyorlar, tek yönlü de olsa gidilecek yolları, dönülecek eksenleri var ama bunca uzay işleri içinde kendilerine zaman ayırabilmeleri ne mutlu. 

Dünyamız hem kendi ekseninde hemde yörüngesinde şaşmaz seyrine devam ederken bizlerde ışığa uçan pervaneler gibi kendi kadranımız etrafında dönüyoruz, her geçen zaman aslında bizde biraz yanıyoruz.

Etrafıma bakıyorum, bir tek ben miyim bu güzelliği gören? Tek ben miyim yanan? Neden kimse bir an olsun gökyüzüne bakmaz? Yerçekimine bu kadar mı yeniğiz? Bekliyorum, seyrediyorum ilk keşfimden bu yana akrep yelkovanı defalarca kovaladı, saatler günlere, günler haftalara döndü değişen bir paradigma yok hala kimse onların farkında değil. 

Ben ise her akşam bu milongaya katılıyorum onlarla birlikte bende eşlik edebildiğim kadar dans ediyorum. 

ve dayanamadım, bu kayıtsızlığın dışında, kendimle aynı yöne bakacak birini aradım 

ve Gamze'ye seslendim
Gamze, sen Jüpiter ve Venüs'le tanıştın mı?


19 Mart 2012 Pazartesi

Dünya dışı band'ler serisi #4

4 Çarpık 4 Eğitim


Olmaz işler oluyor, izliyoruz, görüyoruz, değerlendiriyoruz...sanmayın ki kanmıyoruz... 

Ben sözü kısaca Ata'ya bırakıyorum

Tarih 1923

"Hükümetin en yararlı, en önemli görevi eğitim işleridir. Bu işlerde başarılı olabilmek için öyle bir program izlemek zorundayız ki, ulusumuzun bugünkü haliyle, toplumsal gereksinimleri, çevrenin koşulları ve yüzyılın gereklerine yakışsın ve uygun düşsün. Bunun için çok büyük, ama düşsel görüşler ileri sürmeyi bir yana bırakıp gerçeklere büyük bir güçle bakmak ve ilişki kurmak gereklidir"

Tarih 1937

"Büyük davamız en uygar ve en zengin bir ulus olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de köklü bir devrim yapmış olan büyük Türk ulusunun dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa zamanda kavramak için düşünce ve eylemi bir arada yürütmek zorundayız. Bu yolda başarı, ancak sürekli bir planda ve rasyonel çalışmayla gerçekleştirilebilir. Bu nedenle okuma yazma bilmeyen tek bir yurttaş bırakmamak, yurdun büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının elemanlarını yetiştirmek, memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak bireyleri ve kurumları yaratmak, bu önemli ilkeleri en kısa zamanda gerçekleştirmek Milli Eğitim Bakanlığı'nın üzerine aldığı en büyük ve ağır sorumluluktur"


Kaynak :
Atatürk Yaşadı mı?
Oktay AKBAL

8 Mart 2012 Perşembe

Bu bir Lisân-ı Hafi'dir



Sevgili annem uydu alıcımı bozduğundan beri televizyon için  ayırdığım vakit azaldı, birkaç kez arıza veren üstün teknoloji aletini temizlemeye kalkınca bir daha göstermemeye başladı, aldığım bayii ye götürdüm bakalım ne zaman gelecek. 

Ben de bu arada yeni icatlar peşindeyim e boş duranı Allah sevmez. Odam da neredeyse benimle yaşıt bir kütüphanemiz var, vefalı dostumuz bizi nereye gidersek takip eder, Gaziosmanpaşa, K.Esat,S.Bağları,Dikmen, Birlik ve son olarak Batıkent gezici kütüphanesi  olarak kendini tescil ettirdi. Kendi kütüphanem diye söylemiyorum çok çok da sağlamdır o kadar taşınmaya rağmen kütür kütür hala, eski yapılar gerçekten de yere sağlam basıyor. Üzüldüğüm nokta ise son taşınmamızda bir parçasını bilmeyerek dışarı atmam oldu, o parçası son gördüğümde bir inşaat işçisinin elinde gidiyordu, attığım parçanın bir başkasının işi için kaynak olmasına sevinmiştim,  ertesi gün  ise annem, "Bu kütüphanenin yanı nerede?" dediğinde ise artık çok geçti. Öğrendiğime göre bizim vefalı dostumuzun parçası inşaat'da bir basamak olmuş, onu yarım bıraktığım için kendisinden özür diliyorum, bir daha ki sefere daha dikkatli olacağımı da huzurunuzda belirtiyorum. 

Neyse efendim, can sıkıntısından elime gitarımı alıp unuttuğum parçaları tekrar hatırlamaya çalışırken gözüm emektar kütüphanemizin pek sık ziyaret etmediğim bir gözüne takıldı daha çok rafları ile göz göze geldiğim için o an içimde bir keşif arzusu doğdu ve gitarı bırakarak hedefime yöneldim. Kapağı açtım, üst üste dizilmiş onlarca kitap beni karşıladı. Kardeşim ile ortak kullandığımız kütüphanemiz de yer kalmayınca diğer kitapları kardeşim burada karanlıkta bırakmış tabii zorunlu olarak. Başladım hepsini teker teker çıkarmaya, bu arada meraklı kedim Gizem de kafasını hatta tümüyle kendisini de bu işi sokunca yeni keşfim çok daha eğlenceli hale geldi.

Daha çok popüler kitaplar, çok satanlar, tarih kitapları, birkaç ders kitabı, Cumhuriyet gazetesi'nin Atatürk kitapları (ki şu an bunlardan birini okumaktayım) ve M.E.B Türk Klasikleri'nden Sergüzeşt ve Ahmet Haşim'in üç eserini barındıran bir kitap. 

Okumak istediklerimi ayırdım, ilk önce Sergüzeşt ile başladım, Türk İnkilabı'nın batı tarzı bu ilk romanı oldukça sürükleyiciydi yayın yılı 1889. Daha sonra ise Ahmet Haşim ile tanışma vaktim gelmişti.

Türk Klasikleri 
Üç Eser
Bize Göre
Gurabâhâne-i Laklakan *
Frankfurt Seyahatnamesi
Ahmet Haşim
KDV Dahil Fiyatı 1890 TL (1750+140 Lira)
Baskı Yılı 1998
5000 adet

Kitabın kapağını açıp içinde cümlelere dönüşen harf dizelerini takip etmeye başladığımda saklı bir hazinenin kapağını açtığımı anlamıştım ve bu hazine oldukça değerliydi. Gerçi kitap 5.000 adet basıldığına göre an az 4.999 adet ortağım olmalıydı ama olsun, paylaşmayı severim zaten bu yazıyı da sizler için yazıyorum. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi, yatağımın yanı başında yıllarca gün ışığına çıkmayı bekleyen bu hazineyi daha önce neden keşfediğime şaştım kaldım zira çevirdiğim her sayfasında gözlerim kamaşıyordu. 

İşte bakın Ahmet Haşim'in hazineleri neler diyor?

"Ne yazık ki vücudun çökmesi zekanın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız gençlik, olgunluk çapına hazırlanmaktan başka nedir? Zeka-nar,ayva ve portakal gibi geç renk ve koku kazanan bir sonbahar mahsulüdür. en az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim ,fen, san'at ve edebiyat cereyanlarını idare eden, şakakları beyazlanmış kafalardır. 

Ne olacağı meçhul yeni doğmuşlara yer açmak için her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmektedir!"


"Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar dışında isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. ancak gece, karanlıklar basınca, gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanapelerini alt üst eder. 

Aşk değişmeyince ölür"

"Aşık, yüz bulamayan adamdır"

"Karanlık, ölümün bir parçasıdır. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşamamaktan başka nedir?"

"Saat'den kastımız, zamanı ölçen alet değil, bizzat zamandır. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz"

"Varlıkların sükutuna aldanmamalı! Muztaripler yalnız muztaribim diye bağırabilenler değillerdir."

"Sevmeyi bilmeyen, ölmeyi bilmez"

"Derler ki insan vücudu tanrıların mezarıdır. Yani, ne kadar güzel ve ölçülü olursa olsun, insan uzviyeti "fikir" in rahatlığını, ahenk ve nizamını tamamen tespite muktedir olamayacak kadar sinirlerin ve adalelerin elinde bir oyuncaktır"

"Gelişmiş bir dimağ'ın (beynin) tamamlayıcısı artık zengin bir ifadedir."

"Rakipsiz bir mücadelede "zeka"nın yapacak bir işi olmadığı için, talih kendini teslim ederken, akıllıları budalalardan ayırmadı. Serveti bu gibi aşağılık ellere bu kadar kolayca boyun eğmiş görenler, cüzzamlı olmaktan, sakat olmaktan utanır gibi, fakir olmaktan da utanmaya başladılar. İşte bu suretle parasız görünmek utancı, dünya sahasında namus utancını mağlup etti"

"Süleymaniye'nin taşlarını ölçen pergeli, düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiç bir insan eli yoktur. Gözleri kör olanlar nasıl ışığı göremez, kötürüm olanlar nasıl yürüyemez, dilleri tutulanlar nasıl konuşamazlarsa, taşların havadaki nizam ve ahenginden hasıl olan güzelliği anlamayı veya meydana getirmeyi de biz şimdi bilmiyoruz"

"Bir çok dahilerin, çetin ve karanlık bir hayattan sonra, ancak öldükten ve hayatlarının maddi izleri silindikten sonra halk tarafından keşfedilmiş olmalarında benim için artık şaşılacak bir şey yoktur. Hayat ve vücudun maniası, karanlık bir duvar gibi yıkıldıktan sonradır ki, ruhun beyaz ışıkları semalara vurabiliyor"

"Paradan fazla saadet beklememeye alışmak için insan, zenginlerin civarında bir müddet bulunmalıdır. Onların yakınında geçirilecek bir mevsim, bütün adi hırsları öldürmeye yeter."

"Gece her çeşit kuruntuların kafatasımızın kovuklarından çıkıp, hakikat çehreleri takınarak, sürü sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve göğü tuttukları saattir. Uyku geceye bir panzehir gibi teshir etmese, insan karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilir."

Kitaptan ilk altını çizdiğim bölümler bunlar oldu, son olarak ise en beğendiğim seyahat yazısını ve harikulade  olan "Merdiven" şiirini sizlerle paylaşmak  istiyorum.

İÇ SIKINTISI

Sekiz saattir şimendiferdeyim.
Tren boş ve neşesiz.
İçim sıkılıyor.
Yolun iki tarafında memleketler, kıt’alar akıp gidiyor, fakat göz için yeni hiçbir şey yok. Beş dakikada bir pencere değiştiriyorum: Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş ağrısı gibi yolun iki tarafında tekrarlanıp duruyor.

Rabbim! Şu manzara dedikleri ne müz’iç bir şeymiş!

Elimde büyük bir şairin harikulâde kitabı var. Trenin anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü nesrini mi okumalı, yoksa şu pencerelerin dışında binbir renkle kaynaşan fakat bir türlü değişmesini bilmeyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekte devam etmeli?

İşte halledilecek küçük bir mesele:

Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir; fakat tekerrrürlerle doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin yani insanın en güzel balını taşımak itibariyle tabiatın genişliğini haiz olmaya muhtaç olmaksızın ona üstündür. Tabiatta insanın en büyük şey olduğuna şüphe etmemeli. Zira en karanlık bir Afrika’nın en kuzgunî bir vahşisi bile, en âkil bir fil, en müdebbir bir karınca ve en kâmil bir baubap ağacına zekâca bir milyon kere faiktir.

İnsan zekâsı, tabiatın içinde değil; tabiatın yanında, ayrı bir kuvvettir. Tabiatı beğenmediği için değil midir ki insan zekâsı; şiiri, mimariyi, musikiyi, raksı ve onların yanında, büyük küçük şu bir sürü hayat san’atlarını yaratmıştır? Hayatımıza tat veren derin zevklerin hakiki yaratıcısı olan insan zekâsının halis bir mahsulü olduğu için kitap, tabiattan büsbütün ayrı, ondan daha lezzetli ve ondan daha dinlendiricidir.

Kitabımı okuyorum.


(Frankfurt Seyahatnamesi - Gezi Notları)

ve o muhteşem şiir

MERDİVEN

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafî dir ki rûha dolmakta
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…



* Gurabâhâne-i Laklakan (Leylekler Bakımevi)
** Lisan-ı Hafi - Saklı dil


Dünya dışı band'ler serisi #3